Cumartesi, Temmuz 21, 2012

Bir süreliğine de olsa barış bir tane daha güvercine emanet olacaktı...

reflection drinking reality
Bugün kalabalık ve acımasız bir yolda bir güvercin gördüm.

Köle otomobillerin, kapitalizmin en kafa yapıcı sıvıları ile susuzluğunu gideren motorlu araçların yolunda.

Belli ki ummadığı bir anda darbe almıştı güvercin. Büyük ihtimalle kanatları ve ayakları kırılmıştı, ezilmişti. Yolun ortasından çıkmış bir kardelen gibi duruyordu. Arabaların, korkunç gürültülerle üzerinden defalarca geçişini izliyordu. İzlemek zorundaydı çünkü yolun akışının tersi yönünde bakıyordu. Yaşıyordu. Üzerine gelen her bir arabada bir saniye sonra yok olacağını bilerek gözlerini kırpıyordu ama şans denilen şey onu her defasında sağ bırakıyordu.

İnsanlar olarak güvercinlere bile parazit gözüyle bakar olmuştuk. Gürültücü, pis, sevimsiz, kart, aptal hayvanlardı çoğumuz için. Çoğumuz için renksiz nesnelerdi. Gri, beyaz, siyah.

Bitli.

Uygun bir an kollayıp durmak için uğraştım araba ile ama ne mümkün. Kornalar, korkunç kamyonlar, sabırsız insanlar. Sabırsız insanoğlu. Duramadım. Dikiz aynamdan olan biteni izledim yavaş yavaş. Bir köprü altına girmek zorunda kaldım. Otuz saniyeliğine takip edemedim onu. Sonra dönüş beni diğer tarafa attı, yavaş yavaş yokuştan çıkarken yola doğru kafamı çevirdim. Ne oldu ona diye merak ettim.

Koskocaman bir uzun kamyon yavaşlayarak durdu. Koskocaman dingilleri olan heybetli bir kamyon. Ona ne korna vardı, ne de karşı çıkan. Yolu kocaman bir heyelan kayası gibi durdurdu hiç umursamadan.

İçinden kamyona göre nispeten küçük bir adam çıktı. Küçük, atleti sıyrılmış, sıcaktan terleyen ensesini hastalıktan ırak tutmak için işlemeli havlusu ile kaplayan küçük, esmer bir adam. İnip güvercini yoldan aldı, yeşil çimenlerin üzerine doğru götürdü.

Rahatladım.

Bir süreliğine de olsa barış bir tane daha güvercine emanet olacaktı...