Dört duvar arasında, ses çıkarabildiğimi görebilmek, sesimi duyurabilmek için belki de, gargara yapıyorum bol bol: Tuzlu su ile gargara. Tuz bana insan olduğumu hatırlatıyor. Tenden kopmuş gelmiş gibi. Bazen de ilah olduğumu hatırlatıyor. Tane tane dökülürken. Ağzımın kenarlarından taşan köpükler ağır çekim ile yere iniyor. Kopmuş, parçalanmış, zifti görünen marley parçalarına raptiye ile sabitlenmiş muşambaların arasından sızıp tahta kurularının zeminde açtıkları delikleri dolduruyorlar. Ben bunu duyuyorum. Kokuşmuş, çürümüş her ne kadar şey varsa usumda sana, bana, bize, onlara ait... Hepsinin sesini duyuyorum. Daha da fazlası da var:
Pikabım mesela...
Kesonun üstünde duran pikap zaman zaman ses veriyor bana. Dönmeye başlıyor dertli dertli. Ben ona bakıyorum, o dönüyor. Üstünde kimler dönüyor, kimler... Herkesin bir sesi var, tıpkı benim gibi. Her şeyin bir sesi var ama istediğim gibi değil her şey. Hayal meyal olsun istiyorum çoğu şey, çoğu ses. Dört duvar arasında daha fazlasını istiyorum.
Yaşlı olamadım ben. Ondan mı acaba? İhtiyar görünemedim. "Çal be Müzeyyen Abla" diyemedim. Elime rakı bardağı, genzime anason yakışmaz benim. Ondan mı acaba? Küçükken de yüzüme tıraş köpüğünden sakal yapardım ama sözüm geçmezdi. Sakalla, boyla, kaşla ya da gözle olacak iş değil bu belli ki. Zeminin çürüklüğünden, ihtiyarlığından de fayda yok.
Belden lastikli mavi bir pijama altım var. İşemesi rahat. Saydam, büyükçe bir düğme ile iliştirilmiş işeme alanı. Aynı ihtiyarlarınki gibi. Ama bende bol duruyor. Üstümü de üryan bırakıyorum, dört duvar arasında öyle dolaşıyorum ama olmuyor. Mırıltılarım, görüntüm basit bir taklit gibi. Daha fazlasını istiyorum, olmuyor, olamıyorum.
Ya bu dört duvar dar geliyor bana, ya da benim sesim değil bu. İstediğim gibi büyütemedim ya ben, ona yanıyorum.
Peki ya sen?
Sen ne diyorsun bu işe?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder