Havuza girdiğimde farklı alemlere gidiyorum. Su altında daha fazla kalabilsem keşke... Bedenimi her seferinde daha da derine gönderiyorum, farklı basınçlar altında ezilip büzülen sinüs dolgularım yunus seslerine benzer sesler oluşturuyor. Bazen deliklerimden fırlıyor keratalar hatta. Ben de kimsenin görmediğine emin olduktan sonra elimle savıyorum etrafımdan doppler doppler... Onlar da ahenkle dans ediyor... Tıpkı çılbır gibi, yumurtanın sıcak suya dalınca kaskatı kesilip imleç ile döndürülen Autocad nesnesi olduğu an gibi.
Her bir kulaç beni uzun zaman önce okuduğum ve sevdiğim bir kitaptaki bir karaktere daha da yakınlaştırıyor: istiridye çocuk. Onun melankoli dünyası. Sonbahar geliyor ya hani, havuzu çevreleyen duvarlar arasındaki kapının altından üfüren uyarı rüzgarları. Bone altındaki kafamı üşütüyor. Hoşuma gidiyor aslında bu his, farklı alemlere gidişimi kolaylaştırıyor. Su altında her şey daha özgür. Deniz gibi değil havuz, havuzu parsellemiş canlılar yok. Sadece havuz var, siz varsınız, biz varız işte. Klor atomlarının derimdeki gözeneklerini çevreleyişini hissedebildiğim için böyle yazıyorum yoksa klorun kafa yaptığından falan değil ha! Soyunma odası seansını müteakip yaptığımız kısa muhabbet neticesinde (100. Yıl - Vatan Bilgisayar önü arası takdir edersiniz ki kısa) kaptanım beni Vatan Bilgisayar önündeki dolmuşuma teslim ediyor. (Bugün hemen geldi dolmuş mesela. Daha hemen geldiği zamanlar da oluyor ama bu böyle daha güzel bir geçiş oldu. Sanki DVD'nin bir katmanından diğer katmanına geçerken filmde yaşanan hafif duraksama gibi. Bilmem anlatabildim mi?) Dolmuşumuz boş yine bu akşam. Yalnız kalçaları iki adet 10 TL'lık Trabzon ekmeğinin (yenicek döndük sayılır ya doğu Karadeniz turundan, biliyorum fiyatları hani) yanyana gelmesinden oluşmuş bir ikona görünümü sergileyen bir teyzem vardı ki sormayın. A.Ş.T.İ.'de inerken beni ezdi ezdi de Fora Gemlik ekstra zeytin ezmesine çevirdi. O inince tüm dolmuş sessizliğe büründü. Meğer o, torunları ve biz (ben ve 2 kişi) varmışız da o kadarmışız. Her havuz sonrasında olduğu gibi uykulu gözlerle yolları yalayan bir şoför eşliğinde sürülen bir dolmuş yolculuğu daha bitiyor ve ben yine Ankamall üst geçidinde iniyorum. Ben üst geçide tırmandıkça şehir benden uzaklaşıyor. Sonra ben şehre, trafiğe, ışıklara, uykululara ve uykusuzlara tepeden bakıyorum. Havuz dibinde düşündüklerim altıma geliyor, sonra üfüren rüzgardan daha şiddetlisi kurumuş klor kokusunu burnuma burnuma yaklaştırıyor ve her zamanki gibi hapşırıyorum. Sen misin sinüslerini basınç ile taciz eden! Sonra Ankamall kapanmak üzereyken rutinimi tamamlamaya başlıyorum. Ankamall'un Emniyet Sarayı'na yakın kapısından girip Koçtaş kapısından çıkmak üzere yola koyuluyorum. Bu sefer köfteci bey yok, mısırcı da... Belli ki ramazan hepsini incecik dizmiş. Ama dolmuşlar var yine, dolmuşçular da... Gölbaşı müdavimleri her daim dolduruyor dolmuşları. Ben yine kapıdaki güvenlikçiye sırt çantamı ve telefonumu uzatıyorum. O da artık uyuşmuş elleriyle şöyle bir mıncıklıyor kirli çamaşırlarım, ıslak mayom ve bonemi barındıran çantamı. (Çantam kardeşimin aslında. Amerika dönüşü fazla eşyalarını tıkıp yerlerde sürüdüğü çanta. Epey eşya alıyor dürzü! Akordeon gibi açıldıkça açılıyor.) Aslında güvenlik köprüsünden geçerken (sormayın, her geçişte kendimi önemli sanıyorum, kral gibi, çıplak kral gibi) ötüyorum çünkü kulağımda kulaklık ve onun bağlı olduğu portatif kişisel müzik çalarım var. (Markası önemli değil ama şöyle bir ipucu vereyim: Havva'nın Adem'in de başını yaktığı o meyve ile bağlantılı!) (Bu arada... Kulaklarımda Jonsi ve Alex'ten "Riceboy Sleeps" albümü çalkalanıyor ve beni havada süzülen, fırından taze çıkmış kek dumanı gibi sürüklüyor...) Neyse işte ötüm ötüm ötüyorum sonra hızlı adımlarla her zaman ziyaret ettiğim yere gidiyorum: giriş kat tuvaleti. Pisuvarım beni özlemiş, idrarımı içmek için sabırsızlanıyor. Ben onu kıskandırmak için önce diğer pisuvarlara doğru gidiyorum, o ağlamaya başlıyor (kendi kendine sifonu çekiyor şemiko) sonra ben fazla uzatmadan ona gidiyorum ve havuzda yuttuğum ve kısa Henle kulplarımdan geçmiş suları boşaltıyorum ve pisuvarıma "iyi akşamlar" dedikten sonra hemen yola koyuluyorum. Ankamall'da (muhtemelen her yerde) hala tencere setlerinde kapaklar (tencerelere ait olan) ayrı parçalar olarak sayılıyorlar. Örneğin 3 tencere kapaklarıyla birlikte 6 parça tencere seti olarak satılıyor. Gülüyorum. (Altım kuru, keyfim yerinde...) McDonald's'a uğrayıp en büyüğünden buzlu bir Coca Cola Zero alıyorum kendime. 3 lira 15 kuruş kendileri. Dev gibi. Anca yeter bana. Mesanem yeni boşalmış ve yolum azıcık uzun olduğuna göre, içerim diyerek alıyorum. Başlıyorum pipete yükseltmeye meyan köklü zararlı likidi. (Hey gidi Toricelli, kulakları çınlayasıca... Hatta sinüsleri...) Rahat bir 10 dakika alıyor bir baştan bir başa yürümek Ankamall'u. Sonra çıkıyorum işte kapıdan. Azıcık yürüdükten sonra bok kokulu dere karşılıyor beni. Buram buram... Akköprü bana ben ona eşlik ede ede geliyorum eve. Sonra hemen havuzu özlüyorum ama. Havuz başka canım. Farklı alemler diyorum, basınç diyorum, kulaç diyorum... "Elma isteyen var mı?" diyorum, annem karpuz kestiğini söylüyor. Bekleyim öyleyse. Malum yaz demek karpuz demek. Karpuz demek daha fazla sidik demek. O süper boy kola, karpuz, su derken ben sabahı sabah ederim veletler. Size güzel güzel akşamlar hatta geceler olsun... (Hafif bir rehavet çöktü bak birden üstüme üstüme, biraz Taschen kitaplarına bakayım bari. Epeydir bakmamıştım...)Ne diyordum? Havuz dibinde makro ve mikro alemlere gitmek güzel. Öyle şişelerden sıvı içip ne idüğü belirsiz keklerden yemeye de gerek yok. Üstelik göbeğimi içime çekmek zorunda da kalmıyorum. Her şey çok rahat.... Herkes sağır, herkes dilsiz ve baloncuk üretebiliyor (K.O.B.İ. destek kredisi almadan yapılan bir üretim)...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder