Çam sakızı
Çam sakızı
Bir önceki ağladığın anı hatırla(ya)madığın ve bir sonraki ağlama nedenini kes(tire)mediğin sürece senden kimse gülmeni beklemeyecektir. İşin kötü (ya da iyi) tarafı...
Çünkü önce kendimi kurtarmak istedim. Sen nasıl olsa önceden de boğulmuştun. Karanlık sularla baş edebilecek gücün vardı. Vücudumuz üç bölgeden oluşur çünkü: Baş, gövde, kollar ve bacaklar. Hassas, narin, kırılgan bölgeler. Kesildiğim kumaşın devamı kalmamış.
The triangular disturbance I met the other day
Önce gözlerimi kapattım
Sonra kulaklarımı 4 açtım
Sindirmesi kolay oldu
Çırpınmasaydı bir deKesmeden bilemezsin
Hayal kurarken canın acımaz çünküKendi kendime çelme taktım
Düşüp yerlerde ağladım
Sonra baktım etrafım çocuk doldu
Hepsi gülüştüler Doğru mu tüm bunlar?
Kravatınla kendini astığın doğru mu?Kitabın cildi bozuldu
Dağıldı sayfalar, dağıttım iyice
Asimetrik duruşumun bir nedeni varmış
Öpücük / tokat isteyen yanağımYaşanılan her anın
Kokusu ya da isi kalıyor derinde çünküPlanım bozuldu zaten
Önce yağmur yağacak sanmıştım
Sonra Güneş ile kuruyacaktım
Yağmuru dindiremedim benSerildin mi yere yoksa?
Kurutmuştum ben seni oysa...Kalbimin sürekli atması ilginç
Bu şehirde elektrik bile gidip geliyor
Ne kadar silersen sil, saklarsan sakla
Öte yanın daha fazlasını istiyor
Herkes üzerinden kör kör uçarken
El sallaman bir şeyi değiştirmez
Not: Marilyn Manson'un "Untitled" isimli şarkısının sözlerini Türkçe'ye çevirdim. 1998'e doğru bir yolculuk yaptım. Meğer haklıymışım.
AdsızEn sonunda
UntitledAt the end
Her şeyin yap-boz olacağı varmış meğer.
Fotoğraflara baktın yine değil mi? Siyah ve beyaz olanlarına. Kadınlar ve erkekler gördün. Hatırlamaya çalıştığın ama hatırlayamadığın. Kendini seçebildin mi onların arasından peki? Oyun hamuru gibi kokuyor şu bozuk dimağın mübarek. Akşam akşam midemi kaldırdın. Parmaklarımı sokup mıncıklayıp yoğurasım geliyor beynini canlı canlı iken. Gözlerin de pek donuklaşmış. Aynaya baktığında, göz göze geldiğinde sen bile korkuyorsun değil mi?
Denize girdiğinde anadan üryan kaldığında anlıyordun özgürlüğün ne demek olduğunu. Bunu hatırlıyor musun peki? Mayonu bir hamlede sıyırıp parmak ucunda salladığın günleri? Ağır çekim hatırlamaya çalış. Tıpkı ölümün gibi. Ağır çekim. Bir ileri bir geri sar. Bir kare önce mutlu iken bir kare sonrasında mutsuz olduğunu anımsa. Tuzlu suyun kasıklarının arasından inip en mahrem yerlerine değdiği o anları hatırla. Fotoğraflarda yok bunlar, boşuna eline alıp alıp bırakma onları. Bir koro hayal et. Herkes ama herkes büyük bir uyum içinde. Bir tek sen değilsin. Herkes bunun farkında ama farkında değilmiş gibi davranıyor herkes. Nasıl? Beterin beteri bir durum değil mi? Şu hale bak. Alnından iki üç damla ter damlayacak gayet sanatsal bir şekilde ama kırışık alnında oluşan Horst ve Graben'ler yüzünden gayet iğrenç bir manzara oluşturuyorlar. Sanki beynin dışarı fışkırıyormuş gibi. Kafa derindeki sebumla birleşip yağlı yüzünden aşağı akıyorlar. Akşam akşam midemi kaldırdın. Parmaklarımı sokup oyasım geliyor gözlerini canlı canlı iken. Ağzının etrafı da pek kırışmış. Sanki birisi dikmiş gibi çuvaldız ile. Çok mu konuştun sen zamanında? Hatırlıyor musun bakayım? En ufak bir gürültüde memnunsuz olduğun anları hatırla şimdi biraz da. Hani o burnunun en havada olduğu dönemleri. Eline kimsenin su dökemediği dönemleri. Bak! Bak! Nasıl da gülümsüyor o kırış buruş dudakların. Şimdi nasılsın peki? Geceleri nasılsın? Zifiri karanlığın uzatmalı nişanlısı sessizlik boy gösterdiğinde ne yapıyorsun peki? Üst kattaki komşunun tuvalete girmesini sabırsızlıkla bekliyorsun. Herif tüm boşaltım sistemini temizleyinceye kadar sıçarken çıkarttığı seslere sifonun sesini de ekleyince yüzün gülüyor değil mi? Kendi kendini ancak böyle kandırıyorsun. Yalnız değilsin güya. Etrafta başka ses kaynakları var iken yalnız olmaz değil mi insan? Eski giysilerine baktın yine değil mi? Kahverengi ve yeşil olanlarına. Naftalin ve pas kokusunu duydun. Kendin de öyle kokuyorsun işte. Farkında bile değilsin değil mi? Yutman gereken haplarına, içmen gereken şuruplarına bir bak hele. Komodinin üzeri envayi çeşit ilaçla dolu. Kimyasalların bile senin kimyanı düzeltmeye yetmiyor. Düzeltmez çünkü zaafların gün kadar apaçık ortada. Suluboyanın su ile darmadağın olabileceği kadar açık ve net zaafların senin. Düşündükçe geberecek gibi oluyorsun değil mi? Yüzüne yağan ilk karın değdiği yerde hissettiğin soğuk ile birlikte anlıyordun yaşadığını. Bunu hatırlıyor musun peki? Atkını hızlıca çözüp havaya doğru üflediğin anları? Ağır çekim hatırlamaya çalış. Tıpkı içine kapanışın gibi. Ağır çekim. İçinden çıkan havanın sımsıcak olduğunu anımsa. 36,5 derece Celsius. Fotoğraflarda yok bunlar, boşuna yırtıp durma onları! Şimdi bana iyice bir bak. Gözüme bak, kapkara. Ağzıma bak, kıpkırmızı. Yüzüme bak, bembeyaz. Sence ben bir düş olabilir miyim? Bir sanrı? Bir hayal? Bir hayalet?.. Güldürme beni rezil! Müsvedde! Anladın mı benim kim olduğumu? Baştan anlatayım mı?
Kulağımın içi kan, pas dolmuş
Ondan duyamamışım dediklerini
Serçe parmağımı tirbuşon misali daldırınca
Farkına vardım
Açıldı şimdi
Açıldım
Ses olmasa da olurdu ya...
Fanusum boş kalmasın diye iki balık almıştık
(Birisi diğeri için)
Farkına varmamışım
Su bulanmış
Balıklar ölmüş.
Her şeyin bir seveni var benim haricimde.
Her nesnenin.
Arabesk.
İçe dönük.
Pelesenk.
En son ne zaman geri dönüş noktası aldım hatırlayamasam da esen rüzgarlarla beraber geri dönüşün uygun ve kolay olacağını tahmin ediyorum. Ne de olsa "liebe ist für alle da" öyle değil mi geberik negatifler?
Internet alemi alem. Alem demek pek de doğru değil aslında. Gördüm, bizzat izledim bazı örnekler. Harbiden dibimde varmış meğer. Çok mudur acaba? Bir çağrı, bir mesaj, tam 12'den, tahtaya? "Oradan tahtaboşa"? Bakalım neler olacak ama karanlık çökünce daha bir güzel oluyor, mumlar vesaire... Tahtaboşu aydınlatan mumlar... Eriyen, ergimiş mumlar... Soracağım öylesine fazla soru da yok aslında bu geri dönüş ile ilgili. Soru sormaktansa hareket etmek lazım biraz. İsteyen var ise vereceksin. İsteyen deryaymış, denizmiş meğer. Diyorum ya... Tam 12'den, tahtaya isabet! Zakkum söylerdi de dinlerdim "everything's comin' up roses" derdi sayın Yusuf Demirkol, hatta "everything will flow"... Meğer öyle değilmiş aslında. Geri dönmek gerekmiş. Yani belli başlı bazı şeyler var. Ağız açmadan, hareket etmek lazım. Şimdi neticede biz 24 saatin kaçını ayık geçiriyoruz o önemli. Geri kalan, salyalara, horlamalara ve tıslamalara maruz kalan saatlerde neler olur neler. Hayal hayal nereye kadar değil mi sapına kadar negatifler? Aynı kanallardan bahsediyorum, aynı koltuklar, aynı mumlar, aynı tablolar belki de. "Pazara gidelim, bir şey alalım, pazara gidip bir şey alıp n'apalım?" Onlarlaymış da haberim yokmuş. Meğer çok erişilebilirmiş. Hırdavat reyonu, temizlik reyonu, bahçe reyonu gibiymiş meğer. Bir daha bir daha derken sabah olacakken hayallere ne gerek var? Alan memnun, veren memnun. İsteyen deryaymış, denizmiş meğer. Hayret! Boğazlı kazakların, yandan taramalı saçların hüküm sürdüğü vakitlerden bahsediyorum. Internet alemi harbiden alem. Gerçek Dünya'da göz bu, kayar elbet. Aman zemin ıslak! Bir çağrı, bir mesaj ya da bir e-posta ve tüm köpekler ulusun, bağırsınlar! Willy Wonka gibi, Frank'n'furter gibi... Hani bir şey seçip "işte bunda en iyiyim" diyebilenler var ya. İmrenirdim. Meğer ne gerek varmış. Belli yani, benim hangi arenada "en iyi" olduğum. Belliymiş. Alemmişim de haberim yokmuş. Kontrol bendeymiş meğer. Meşhur olabilirim her an. Kırmızı halılar falan... (Belki beyaz halıları ben kırmızı yaparım, kimbilir?) Geri dönüş saatlerin geri alınması gibi bir şey değil. En azımdan benim açımdan öyle değil. Spiralden aşağı da olabilir, yukarı da olabilir. Toprağı bol olasıca Freud! En Sigmund'undan... Bunları da dile getirmiş miydi acaba? Yok canım! Analog saat dediğin parmakla geriye gider. Ama ben? Öyle sıradan değil. Tahtaboşa toplayım önce. Varmış ya bir sürü. Toplayım hele! Sonra oradan tahta falan... "Today is like tomorrow" / "We can build a new tomorrow today"
Kendine bir kullanıcı adı seç!
Bir avatar bul!
Renk seç!
Bir teman olsun!
Para ver ki seni daha özel yapsınlar!
Palyaço ol!
Seni boyasız palyaço yapsınlar!
Kirpik taksınlar!
Götündeki kıllar gibi kirpikler taksınlar!
Benlerini aldır!
Benliğini aldır!
Starbucks'a git!
Gloria Jean's Coffees'e git!
Tribeca'ya git!
İki gram kahveye en aşağı 5 TL öde!
Götünü kaldırsınlar!
Geri dönüşümlü peçeteler!
Daha az ağaç kestiren el yakmama aparatlarından kullan!
Fındık aroman unutulsun!
İtiraz et!
Heyt be!
Müşteriye bak!
"Özür dileriz efendim, yenileyelim" dedittir!
Senden büyük yok buralarda!
Sadrazamın testislerinden fırla!
Çok çikolatalı keklerden ye!
Zorda kalırsan kekele!
Yabanmersinleri ye!
Bilmesen bile ye!
Biliyormuş gibi görün!
Yeme yedir!
Dışarı taşanları iyice yedir!
Üstüne, başına, ağzına yedir!
Göğüslerini dik gösteren sütyenlerden kullan!
Aletini seksersiz yaptıran cihazlara yerleştir!
Masaj koltuklarına otur!
Masaj kaltağı ol!
Mesaj kaygın olsun!
Kısa mesaj at!
Kısalt!
Hapı yut!
Zayıfla!
Hapı yut!
Güzelleş!
"Anı, gözü dağıttı" desinler!
Köpek al!
Balık al!
Tavşan al!
Sokağa at!
Kendini de at!
Kullan at!
Bir kullanımlık bunalım fahişesi ol!
Ertesi gün savaşçı kesil!
Kablosuz alana gir!
Sonra sana girsinler!
Daha hızlısını seç!
En hızlısını!
En acısızını!
En yalancısını!
Yalan ol!
Milyonlardan birisi ol!
Kolay ol!
Üç al!
İki öde!
Öc al!
Götünü yırt!
Duyur sesini!
Öyle ya da böyle yap bir şeyler!
Çabuk ol!
Bir alan adın olsun!
Seni alan olsun!
Senin adın olsun!
Teknik ol!
Teknik açıdan ihlal edil!
Termostatın olsun!
Isınınca at!
Isın ve at!
Isır ve at!
Hiç olmamış gibi farz et!
Sünnet ol!
Sünnet et!
Sonra yeniden başla!
Sonra yeniden başla!
Sonra yeniden başla!
Sonra yeniden başla!
Sonra yeniden başla!
Sonra yeniden başla!
Sonra yeniden başla!
Ankara’da doğup büyüyen ama Sinop’u asla ihmal etmeyen bir Sinoplu olarak Sinop’u merak edenlere, görmeyenlere dilim döndüğünce tanıtmaya başladığım yeni bir site hazırladım. Bu sitedeki her bir kelime, her bir fotoğraf, her bir yorum, benim gözümdeki Sinop’u merak edenlere anlatacaktır.
En çok elbezlerinin ve yünden el ile uzun zaman içinde, provasız örülmüş süveterlerin hüküm sürdüğü dönemlerde olmalıyım gibi geldi birden bugün bana. Soğuktan yanaklarımın parça parça kızardığı, terden ense saçlarımın lüle lüle olduğu dönemlerden bahsediyorum. Ağı sökülmüş pijama altım ve üst bantları vida ile tutturulmuş kan kırmızısı, klasik Ceyo terliklerimin vazgeçilmezim olduğu dönemler. Evvelden biraz önce hani...
Hiç bir e-posta "forward" ederken aklınıza geldi mi? Aslında "forward" etmek şu dizelerle bütünleşiyor:
Bugün Starbucks Bilkent Center'a yolumuz düştü öğle yemeğini müteakip. Sırada böyle boylu poslu endamlı mendamlı (evet evet güneş gözlüklerini geçici olarak kafalarının üstüne koyan tiplerden) bir plaza insanı (tam ama bu tanıma uyuyor, ne bir milim eksik ne bir milim fazla).
Bundan tam bir gün önce (52 dakika içinde yetiştirebilirsem şayet...) bir haber gözümün nuruna çarpmıştı. "Denizde Badem Korkusu" adı altında. Böyle sarıcacık bir gacı nasıl bir ifadeyle bakıyordu anlatamam. Zeytinli ciabatta ekmeği çarpsın ki kızancık adeta Alfred'im Hitchcock'umun film afişlerinden fırlamış gibiydi. Bir de onu teselli eden başka bir gacı vardı. Neyse efendim, habere geri dönelim. Bu başlığa bakınca önce dedim herhalde sonunda Badem grubunun içten içe zırvaladığını kabul eden sahil sakinlerimiz bir çeşit protesto düzenlediler, denizin içine Badem'in ikinci albümünün bantını çalan bir MC Hammer tarzı teyp attılar da planktonlara neyin zeval geldi!
Meğer öyle değilmiş. Haberi hala tam okumamakla birlikte Badem'in bir fok olduğunu ve kafesini parçalayarak kaçtığını öğrendim. İşte bizim kızancıklar ve oğlancıklar hayvanı sevmeye mi kalkmış, pipisine mi gülmüşler orasını tam anlamadım, hayvan kontür atak ile cevap vermiş (en combobreaker cinsinden - öptüm sizi Mortal Kombat severler) işte feryat figan ortalıkta bir kaçışma olmuş. Hatta olaydan sonra azıcık üstte olanlar deklarasyon neyin yapmışlar Badem'e yüz vermeyin, ellemeyin gayrı diye. Geleleim benim havuz indüksiyonuma... Bugün bizim havuzda yine rutin turlarımızı yapar iken böyle soldan soldan nasıl bir dalgalanma oldu anlatamam. Sanki bir dikdörtgenler prizması içindeyim de, bu prizmayı bir altın madencisi tutuyormuş da, altını elemek için sağa sola savurmuş da... Anlayın işte... Fena bir sarsıntıdan sonra böyle bir de yalayıcı dalgalar ve artçı dalgalar silsilesi üzerimize geldi. Burundan girip genize değdi feleğine yandığımın klorlu suları. Sonra biraz sonra ayıp gözlerimi açınca (niye kapadıysam, gözümde A sınıfı bir gözlük var halbuki) ne göreyim Badem üstümüze geliyor. Bayılmışım...Ayılırken bağırıyormuşum "Havuzda Badem Korkusu", "Bademmmm", "Baaaağğğğddeeeeeyyyğğğğmmmmmkkkkrrrrrhhhh!"... Sonra fark ettim ki senin benim gibi bir sapyenmiş. O kadar dalgayı buncacık havuzda nasıl yarattı bilemiyorum ama sarı gacıya hak vermemek elde değildi. Hemen turlarımızı tamamlayıp oradan uzaklaştık. Hala şaşkınım, hala dikenlerim tüy tüy... Açıklama bekliyorum!
27 Ağustos 2009 saat 12:30 civarı Hurriyet Internet sitesinde gezinirken gözüme öyle bir çarpmıştı ki başlık ve yanındaki küçük resim... İçeriği okuyunca azıcık haliyle yine...
Havuza girdiğimde farklı alemlere gidiyorum. Su altında daha fazla kalabilsem keşke... Bedenimi her seferinde daha da derine gönderiyorum, farklı basınçlar altında ezilip büzülen sinüs dolgularım yunus seslerine benzer sesler oluşturuyor. Bazen deliklerimden fırlıyor keratalar hatta. Ben de kimsenin görmediğine emin olduktan sonra elimle savıyorum etrafımdan doppler doppler... Onlar da ahenkle dans ediyor... Tıpkı çılbır gibi, yumurtanın sıcak suya dalınca kaskatı kesilip imleç ile döndürülen Autocad nesnesi olduğu an gibi.
Her bir kulaç beni uzun zaman önce okuduğum ve sevdiğim bir kitaptaki bir karaktere daha da yakınlaştırıyor: istiridye çocuk. Onun melankoli dünyası. Sonbahar geliyor ya hani, havuzu çevreleyen duvarlar arasındaki kapının altından üfüren uyarı rüzgarları. Bone altındaki kafamı üşütüyor. Hoşuma gidiyor aslında bu his, farklı alemlere gidişimi kolaylaştırıyor. Su altında her şey daha özgür. Deniz gibi değil havuz, havuzu parsellemiş canlılar yok. Sadece havuz var, siz varsınız, biz varız işte. Klor atomlarının derimdeki gözeneklerini çevreleyişini hissedebildiğim için böyle yazıyorum yoksa klorun kafa yaptığından falan değil ha! Soyunma odası seansını müteakip yaptığımız kısa muhabbet neticesinde (100. Yıl - Vatan Bilgisayar önü arası takdir edersiniz ki kısa) kaptanım beni Vatan Bilgisayar önündeki dolmuşuma teslim ediyor. (Bugün hemen geldi dolmuş mesela. Daha hemen geldiği zamanlar da oluyor ama bu böyle daha güzel bir geçiş oldu. Sanki DVD'nin bir katmanından diğer katmanına geçerken filmde yaşanan hafif duraksama gibi. Bilmem anlatabildim mi?) Dolmuşumuz boş yine bu akşam. Yalnız kalçaları iki adet 10 TL'lık Trabzon ekmeğinin (yenicek döndük sayılır ya doğu Karadeniz turundan, biliyorum fiyatları hani) yanyana gelmesinden oluşmuş bir ikona görünümü sergileyen bir teyzem vardı ki sormayın. A.Ş.T.İ.'de inerken beni ezdi ezdi de Fora Gemlik ekstra zeytin ezmesine çevirdi. O inince tüm dolmuş sessizliğe büründü. Meğer o, torunları ve biz (ben ve 2 kişi) varmışız da o kadarmışız. Her havuz sonrasında olduğu gibi uykulu gözlerle yolları yalayan bir şoför eşliğinde sürülen bir dolmuş yolculuğu daha bitiyor ve ben yine Ankamall üst geçidinde iniyorum. Ben üst geçide tırmandıkça şehir benden uzaklaşıyor. Sonra ben şehre, trafiğe, ışıklara, uykululara ve uykusuzlara tepeden bakıyorum. Havuz dibinde düşündüklerim altıma geliyor, sonra üfüren rüzgardan daha şiddetlisi kurumuş klor kokusunu burnuma burnuma yaklaştırıyor ve her zamanki gibi hapşırıyorum. Sen misin sinüslerini basınç ile taciz eden! Sonra Ankamall kapanmak üzereyken rutinimi tamamlamaya başlıyorum. Ankamall'un Emniyet Sarayı'na yakın kapısından girip Koçtaş kapısından çıkmak üzere yola koyuluyorum. Bu sefer köfteci bey yok, mısırcı da... Belli ki ramazan hepsini incecik dizmiş. Ama dolmuşlar var yine, dolmuşçular da... Gölbaşı müdavimleri her daim dolduruyor dolmuşları. Ben yine kapıdaki güvenlikçiye sırt çantamı ve telefonumu uzatıyorum. O da artık uyuşmuş elleriyle şöyle bir mıncıklıyor kirli çamaşırlarım, ıslak mayom ve bonemi barındıran çantamı. (Çantam kardeşimin aslında. Amerika dönüşü fazla eşyalarını tıkıp yerlerde sürüdüğü çanta. Epey eşya alıyor dürzü! Akordeon gibi açıldıkça açılıyor.) Aslında güvenlik köprüsünden geçerken (sormayın, her geçişte kendimi önemli sanıyorum, kral gibi, çıplak kral gibi) ötüyorum çünkü kulağımda kulaklık ve onun bağlı olduğu portatif kişisel müzik çalarım var. (Markası önemli değil ama şöyle bir ipucu vereyim: Havva'nın Adem'in de başını yaktığı o meyve ile bağlantılı!) (Bu arada... Kulaklarımda Jonsi ve Alex'ten "Riceboy Sleeps" albümü çalkalanıyor ve beni havada süzülen, fırından taze çıkmış kek dumanı gibi sürüklüyor...) Neyse işte ötüm ötüm ötüyorum sonra hızlı adımlarla her zaman ziyaret ettiğim yere gidiyorum: giriş kat tuvaleti. Pisuvarım beni özlemiş, idrarımı içmek için sabırsızlanıyor. Ben onu kıskandırmak için önce diğer pisuvarlara doğru gidiyorum, o ağlamaya başlıyor (kendi kendine sifonu çekiyor şemiko) sonra ben fazla uzatmadan ona gidiyorum ve havuzda yuttuğum ve kısa Henle kulplarımdan geçmiş suları boşaltıyorum ve pisuvarıma "iyi akşamlar" dedikten sonra hemen yola koyuluyorum. Ankamall'da (muhtemelen her yerde) hala tencere setlerinde kapaklar (tencerelere ait olan) ayrı parçalar olarak sayılıyorlar. Örneğin 3 tencere kapaklarıyla birlikte 6 parça tencere seti olarak satılıyor. Gülüyorum. (Altım kuru, keyfim yerinde...) McDonald's'a uğrayıp en büyüğünden buzlu bir Coca Cola Zero alıyorum kendime. 3 lira 15 kuruş kendileri. Dev gibi. Anca yeter bana. Mesanem yeni boşalmış ve yolum azıcık uzun olduğuna göre, içerim diyerek alıyorum. Başlıyorum pipete yükseltmeye meyan köklü zararlı likidi. (Hey gidi Toricelli, kulakları çınlayasıca... Hatta sinüsleri...) Rahat bir 10 dakika alıyor bir baştan bir başa yürümek Ankamall'u. Sonra çıkıyorum işte kapıdan. Azıcık yürüdükten sonra bok kokulu dere karşılıyor beni. Buram buram... Akköprü bana ben ona eşlik ede ede geliyorum eve. Sonra hemen havuzu özlüyorum ama. Havuz başka canım. Farklı alemler diyorum, basınç diyorum, kulaç diyorum... "Elma isteyen var mı?" diyorum, annem karpuz kestiğini söylüyor. Bekleyim öyleyse. Malum yaz demek karpuz demek. Karpuz demek daha fazla sidik demek. O süper boy kola, karpuz, su derken ben sabahı sabah ederim veletler. Size güzel güzel akşamlar hatta geceler olsun... (Hafif bir rehavet çöktü bak birden üstüme üstüme, biraz Taschen kitaplarına bakayım bari. Epeydir bakmamıştım...)Ne diyordum? Havuz dibinde makro ve mikro alemlere gitmek güzel. Öyle şişelerden sıvı içip ne idüğü belirsiz keklerden yemeye de gerek yok. Üstelik göbeğimi içime çekmek zorunda da kalmıyorum. Her şey çok rahat.... Herkes sağır, herkes dilsiz ve baloncuk üretebiliyor (K.O.B.İ. destek kredisi almadan yapılan bir üretim)...(Bu yazida Turkce karakterler eksik, yok. Yerlerine Ingilizce karakter(siz)ler durmus. Ne de olsa "we're from America, where we eat our young", oyle degil mi?)

Eskiden mandalina çıkacak diye içim hop hop ederdi. Kilolarca yerdim sonra...
"Oğlum kemikleri emsene. İlik en güzel yeridir. Yazık ediyorsun. Cık cık cık..."
Elini bıçağa sürmeden




En son söz verdiğimde